Evrenin Ucuna Yolculuk: Keşfedilmiş Tüm Gezegenler, Asteroitler ve Galaksiler

National Geographic Channel tarafından hazırlanan, “Evrenin Ucuna Yolculuk” adlı belgeseli üşenmedik, deşifre ettik. Tabi çok uzun sürdü ancak büyük bir keyifle, öğrenerek bunu yaptık. İnsanoğlunun evrende keşfedebildiği son noktaya bir gezintiye çıkıyoruz…

Uzayın köşesi, sadece 100 km yukarıda, yaşadığımız yerden 1 saatlik mesafede. Aşağıda ise hayat devam ediyor, trafik akıyor, hisse senetleri işlem görüyor ve uzay yolu hala gösteriliyor!

Ama ötemizdeki uçsuz bucaksız karanlık okyanusa ayağımızı daldırabilmek için tüm bunları arkamızda bırakmak gerekiyor. Sığ ve evden fazla uzak olmayan bir yere, Ay’a gidiyoruz!

Onlarca astronot daha önce buraya geldi ve 12’si Ay’ın yüzeyinde yürüdü. Evden yaklaşık 400 bin km uzaklıkta, uzay aracı ile 3 günlük mesafede. O kadar yakın ki, evden hiç uzaklaşmamışız gibi. Tanıdık, güvenli ve Dünya’dan görüş mesafesinde. Milyonlarca meteor ve asteroit tarafından bombalanmış ıssız bir savaş alanına benziyor. Ama şimdi daha sessiz… Milyonlarca yıldır büyük bir çarpışma olmadığı belli.

Apollo 11 Ay modülü ve Neil Armstrong’un ilk ayak izleri… Sanki daha dün basılmış gibi duruyorlar. Onları değiştirecek hava yok… Milyonlarca yıl dayanabilirler, belki de bizden daha uzun süre…

Zamanımız kısıtlı. Daha önceki insanlardan daha uzağa, kendi dev adımımızı atmamız gerekiyor…

Karanlıktan dost bir yüz beliriyor…

Aşk tanrıçası, Venüs. Sabah yıldızı, akşam yıldızı. Bazen doğuda yeni günü karşılarken, batıda diğerlerine iyi geceler diler. Gezegenin görkemli sarı bulutları Güneş ışığını yansıtıyor. Bu yüzden, Güneş sistemimizin en parlak gezegeni. Dünya için bir kardeş. Yaklaşık aynı büyüklük ve çekim gücünde. Burada güvende olmalıyız…

Ama Venüs Ekspres uzay aracı bize bu bulutların ölümcül sülfürik asitten meydana geldiğini söylüyor. Gezegenin atmosferi karbondioksitle boğulmuş durumda. Hava tehlikeli, basınç dayanılmaz seviyede. Ve sıcaklık neredeyse 500 derece. Burada çok uzun süre kalırsak çürür, boğulur, ezilir ve kavruluruz. Burada hiçbir şey hayatta kalamaz…

Dünya’dan çok güzel görünmesine rağmen Venüs, yakından dehşet verici bir tanrıçadır. Cehennemden gelen kız kardeşimiz, binlerce yanardağın izini taşıyor. Atmosferdeki onca karbondioksit Güneş’in ısısını hapsediyor. Bu küresel ısınmanın kontrolden çıkmış hali. Bu başlamadan önce, Venüs belki de aynen kardeş gezegeni Dünya gibi sakindi. Eğer bu doğruysa, bizim gezegenimizin geleceği aynı olabilir…

Burada olmamamız ve geri dönmemiz gerektiğini düşünmeye başlıyorum. Ama, Güneş’in hipnotik bir tarafı var. Tıpkı Medusa gibi, bakılamayacak kadar korkunç. Ama karşı koymak da mümkün değil. Bizi ilerlememiz için cezbediyor. Tıpkı ateşin, pervaneleri cezbettiği gibi…

Güneş’de cüceleşen ve kavrulan Merkür…

Eğer Güneş’e fazla yaklaşırsan, başına gelecek şey bu. Burada ısı çılgınca değişiyor, gece -170 derece iken, öğlen +400 dereceye çıkıyor. Yanmış, donmuş… Ve yaralarına bakın, Merkür’ün vahşi geçmişinin izleri…

Messenger uzay aracı, bize garip bir şeyler söylüyor. Boyutlarına kıyasla bu küçük gezegenin kuvvetli bir yer çekimi gücü var. Göründüğünden daha ağır olmalı. İnce bir kat kayayla kaplı bir demir topu gibi. Bir zamanlar çok daha büyük olan bir gezegenin çekirdeği. Belki de başıboş bir gezegen, ölümcül bir kozmik tilt oyununda Merkür’e çarparak, dış katmanlarını parçaladı…

Serbest kalmış koca gezegenler, yollarına çıkan her şeyi yok ediyor! Hatta tüm bir gezegeni bile! Ve bunun tam ortasındayız! Kırılgan, korunmasız, küçük! Her şey bize geri dönmemizi söylüyor! Ama kim buna karşı koyabilir ki? Büyüleyici ihtişamıyla Güneş…

Işığımız, hayatlarımız… Yaptığımız her şey, Güneş tarafından kontrol ediliyor. Her şey ona bağlı. Ve dahası o, gökyüzünde arabasıyla ilerleyen Yünan tanrısı Helios. Hergün yeniden doğan Mısır tanrısı Ra. Stonehedge’de yaz gündönümünde doğan Güneş! Milyonlarca yıldır, tanrının yüzüne bakmaya en yakın şey bu oldu…

Evden 150 milyon kilometre uzaklıkta, uçak ile 20 sene sürecek bir yolculuk. Sönse… O kadar uzakta ki, 8 dakika boyunca bundan haberimiz olmazdı. O kadar büyük ki, içerisine 1 milyon Dünya sığar. Ve o denli ağır ki, çekim gücü tüm Güneş sistemini kontrol ediyor.

Ama kimin rakamlara ihtiyacı var ki? Biz gerçeğine sahibiz… Onu her gün görüyoruz, gökyüzünde tanıdık bir yüz. Ama yakından… Tanınmaz durumda. Akkor halinde, çalkantılı bir gaz denizi. Isı, 5000 derecenin üzerine çıkıyor. Çekirdeğindeki ısı ise, on milyonlarca derece olmalı. Nükleer reaksiyon başlatacak kadar sıcak. Her saniye, milyonlarca ton maddeyi enerjiye çeviriyor. İnsanoğlunun ürettiği tüm enerjiden daha fazla… Evde bu enerjiyi ışık olarak görüp, ısı olarak hissediyoruz. Ama yakınında, Güneş’in rahatlatıcı hiçbir özelliği yok…

Elektriksel ve manyetik aktiviteler, fışkırma denilen ve akkor gazdan oluşan devasa halkalar yaratıyor. Ve her biri, 10 milyon yanardağdan daha fazla enerji yaratıyor. Dünya’yı bu halkalardan birinden geçirseniz, daha on binlerce kilometre boş alan kalır. Fışkırdığı yerlerde, alttaki daha soğuk bölgeler açığa çıkıyor ve buralarda Güneş lekeleri oluşuyor. Çevrelerinden sadece bir parça daha soğuklar ve bu yüzden siyah görünüyorlar. Ama yine de Dünya’daki herhangi bir şeyden daha sıcaklar ve çok büyükler! Öyle ki, bazıları elli bin km boyunda…

Güneş patlaması… Elektrik yüklü, süper ısınmış bir akım, uzaya ölümcül radyasyon fışkırtıyor. Ama bu, bir gün duracak… Güneş’in de yakıtı bitecek… Ve Güneş öldüğü zaman, bu Dünya’nın da sonu olacak. Bu tanrı, hayatı yaratıyor ve yok ediyor. Mesafeyi korumamızı istiyor…

Çok yakından bir kuyruklu yıldız geçti… Güneş’in ısısıyla kaynıyor ve arkasında milyonlarca km uzunluğunda bir kuyruk oluşuyor. Dondurucu… Bu kuyruklu yıldızın nereden geldiği belli. Derin uzayın, dondurucu atıklarından…

Şu buhara, gayzer ve toza bakın. Güneş, kuyruklu yıldızın donmuş kalbini eritiyor. Kirli katranla kaplı, dev bir kar topu gibi. Organik madde gibi duran küçük taneler, buzun üzerinde, belki de Güneş sisteminin başlangıcından beri korunmuş. Belki de, böyle bir kuyruklu yıldız milyonlarca yıl önce Dünya’ya çarptı ve hayatın ham maddeleri olan organik madde ve su taşıdı. Kim bilebilir… Hatta belki de sana ve bana dönüşen hayatın tohumlarını ekti…

Peki, ya şimdi çarpsa? Bir kuyruklu yıldız veya bir asteroitin çarpmasıyla yok olan dinazorları düşünün! Sadece zaman meselesi… Bir gün, eğer korunacak bir yöntem bulamazsak, dinazorların sonunu paylaşabiliriz! Dünya güvenli, ama şimdilik…

Eğer Dünya yok olsaydı, biz burada, saldırgan bir evrende evsiz ve akıntıya kapılmış bir durumda kalırdık. Kendimize başka bir ev bulmamız gerekirdi. Milyonlarca, milyarlarca gezegen arasında fazla sıcak veya fazla soğuk olmayan, hava, güneş ışığı ve suyun olduğu, altın saçlı kız gibi rahatça yaşayabileceğimiz bir gezegen… Kırmızı gezegen… Şüphe götürmez bir şekilde, Mars…

Asırlardır Mars’a arkadaşlık için, hayat belirtileri bulmak için baktık. Buralarda, yeryüzü dışında var olan hayat olabilir. Peki ama bunu bulmaya hazır mıyız? Tarih kitaplarını yeniden yazmaya, bilim kitaplarını yırtıp atmaya, Dünya’nın altını üstüne getirmeye? Olacaklar her şeyi değiştirebilir…

Mars, tüm diğer gezegenlerden çok daha fazla hayal gücümüzü süslüyor. Bilim kurgu filmleri ve kitapları düşünün. Ardından ne geliyor? Marslılar! Hepsi sadece kurgu değil mi? Ama ya orada gerçekten bir şeyler varsa? Eğer varsa, ölü bir gezegende yaşıyor demektir…

Dünya’yı yaşanabilir hale getiren süreçler, burada milyonlarca yıl önce durmuş. Kırmızı ve ölü… Mars devasa bir fosil… Canlı bir şeyler var! Bir toz hortumu. Büyük, Dünya’daki en büyük hortumlardan bile büyük bir tane! Burada rüzgar ve rüzgarın olduğu yerde hava vardır. Yeryüzü dışında hayatı destekleyecek olan hava… Ne var ki, bizim nefes almamız için çok zayıf. Boğucu karbondioksit ile dolu. Ayrıca Mars’ı, Güneş’in morötesi ışıklarından koruyacak hiçbir şey yok. Ayrıca soğuk… -80 dereceye varan ısı, yüzeydeki, kutuplardaki hatta atmosferdeki suyu dondurararak kara dönüştürüyor. Burada bir şeylerin yaşayabileceğine inanmak zor. Ama Dünya’da aşırı soğuk ve sıcakta, hatta en derin okyanus çukurlarında bile yaşayabilen yaratıklar var. Hayat bir virüs gibi uyum sağlıyor ve yayılıyor… Belki de biz şu anda evrene hayat virüsünü taşıyoruz… Hayat en aşırı koşullarda bile, genelde kendine bir yol buluyor. Ama ölü bir gezegende, toprağındaki mineral ve besinleri tazeleyecek jeolojik aktivitelerden ve donmuş suları eritecek ısıdan yoksun bir gezegende… Ve tüm bu tozda nereye gittiğimizi görmek, gerçekten çok zor…

Ama onu kaçırmamız imkansız… Olimpos dağı… Büyük, antik bir yanardağ. Everestin üç katı yükseklikte ve neredeyse tüm İspanya’yı kaplayacak genişlikte. 1970 lerde keşfedildiğinden beri sönmüş bir yanardağ olduğu biliniyor. Yamaçlarında bir şeyler olmuş görünüyor. Sanki, lav akmış gibi… Ama akan lavlar, meteor çarpmalarıyla yok olup çok eskiden ölmüş olmalı. Yoksa, bu canavar ölü değil demektir… Eğer değilse, şuanda kabuğunun altında erimiş magma olmalı. Bu her şeyi değiştirir… Volkanik aktivite topraktaki suyu eritip mineral ve besinleri dönüştürüyor, ve hayatın var olması için gerekli şartları oluşturuyor olabilir…

Aktivite belirtileri… Erezyon ve kanyonun zemininde kurumuş nehir yatağı gibi görünen oluşumlar… Belki de volkanik aktivite topraktaki buzu eriterek bu kanyon boyunca akmasını sağladı. Bu şu anda bile devam ederek buzu eritiyor ve su oluşturuyor olabilir… Ve suyun olduğu yerde, hayatta olabilir…

Nasa aracı Oporcunuty Mars’ın ıssız tabiatında ilerliyor… Çorak ovaların, bir zamanlar hayat barındıran göller ve okyanuslar olduğuna dair kanıtlar buluyor… Mars’ın hayatta olduğuna dair daha fazla kanıt…

Şimdi tek yapmamız gereken onu bulmak. Tabi henüz bulmadıysak, Mars’ta değil, ama Dünya’da… Bir teoriye göre, hayat Dünya’ya gitmeden önce burada başlamış. Bir asteroit çarpması ile kopan Mars parçalarının, üzerindeki ufak mikroplarla birlikte uzaydan Dünya’ya ulaştığı ve hayatın tohumlarını ektiği düşünülüyor… Mars’ı bu kadar etkileyici bulmamıza şaşırmamak gerekir. Burası, atalarımızın yurdu olabilir. Eğer doğruysa, hepimiz Marslıyız… Bildiğimizi sandığımız Mars gitti ve yerine bu aktif ve değişen gezegen geldi…

Ve eğer, Güneş sisteminin en çok araştırılan gezegeni diyebileceğimiz Mars’ı bilmiyorsak, bilmediğimiz başka neler var? Uzayda keşfedilmeyi bekleyen başka sırlar da olmalı…

Bu… Korkutucu olmaya başlıyor…

Bu, dev bir bilgisayar oyununun içinde olmak gibi. Ama tüm bunlar gerçek…. Asteroiter….

Bazıları yüzlerce kilometre genişliğinde. Bu yaklaşık 30 kilometre uzunluğunda olmalı. Ve bakın… Üzerine tünemiş bir uzay aracı. Saatte 80 bin kilometre hızla giden bir asteroitin üzerine park etmek kolay olmasa gerek. Bir taş parçasını araştırmak için büyük bir zahmet…

Sürekli çarpışan ve parçalanarak meteorlar halinde dünyaya yağan bir taş. Sihirli işaretler, doğaüstü kehanetler, ve dahası da var…

Bulunan o ki, bizimkinin de dahil olduğu bütün gezegenler bu taşların bir araya gelmesiyle oluşmuş. Dünya’daki meteorların ölçümlerinden, gezegenlerin 4,5 milyar yıl önce doğduğu biliniyor. Yani bunlar, Güneş sistemimizin ve gezegenimizin doğum belgeleri. Ama nedense bu taşlar bir gezegen oluşumuna katılmamış. Bir şey onları durdurmuş olmalı, güçlü bir şey…

Jupiter…

Dünya’dan en az 1000 kat daha büyük bir dev. Öyle büyük ki, içine tüm gezegenleri sığdırabilirsiniz. Bu kadar büyük bir şeyin, komşularına elbette önemli bir etkisi olur. Çekim gücü, asteroitlerin birleşerek bir gezegen oluşturmalarını engelliyor.

Ve şuna bir bakın… Müthiş… Ama belki yakından, her şey göründüğü gibi değildir…

Bu dev gezegen, neredeyse tamamen gazdan oluşuyor. Buraya inmeye kalkarsak, katmanları boyunca dibe batıp belki de hiç katı bir yüzeye rastlamazdık. Ve, Jüpiter’in bu güzel görüntüsü, aşırı şiddetin bir sonucu.

Büyük bir hızla dönüyor… Ve saatte yüzlerce kilometre hızında rüzgarlar oluşturarak, bulutları hortumlar ve anaforlar haline getiriyor.

Ve bu, meşhur kırmızı leke… Güneş sistemindeki en büyük, en şiddetli fırtına. Dünya’nın en az üç katı büyüklüğünde ve 300 senedir devam ediyor. Tüm o çalkalanan bulutlar, bir fırtınayı tetiklemiş. Tek bir şimşek bile Dünya’dakinden on bin kat daha şiddetli. Dolayısıyla, Jüpiter’i seyretmenin en iyi ve güvenli yolu uzaktan bakmak gibi duruyor.

Çok güzel…

Dünya’daki aurora ışıkları gibi kutuplar etrafında dans ediyor. Ama gayger sayacı çılgına dönüyor. Bunlar bile ölümcül… Jupiter’in kuvvetli manyetik alanı ile uzaydan çekilen ölümcül radyasyonla oluşmuşlar. Buralarda hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlamaya başlıyoruz… Evren, çelişkiler, yanılgılar ve tuzaklarla dolu…

Şuanda, sığınacak bir limana ihtiyacımız var. Ayağımızı basacağımız ve soluklanabileceğimiz bir yer…

Belki de bu, çok renkli uydu Ale olabilir. Bu güzel renkler; erimiş kaya, sülfür ve yanardağların uzayda yüzlerce kilometreye yanan kül ve sülfür yaymasıyla oluşuyor. Burası sığınılacak bir liman değil… Burası Güneş’ten sonra gördüğümüz en değişken yer.

Evrenin sonuna yaptığımız sihirli yolculuğumuz umutsuz bir uçuşa dönüyor… Tüm bu tehlikelerin arasında keşfedilmeyi bekleyen harikalar olduğuna inanmaya ve bunu umut etmeye devam etmek zorundayız…

Evden, 650 milyon kilometre uzakta. Ne kadar garip görünüyor… Ama bir o kadar da tanıdık geliyor… Tüm o buzları, tepeleri ve çatlakları ile, kuzey kutbuna benziyor…

Bu Europa…

Ve belki de kuzey kutbunda olduğu gibi, buzlar suyun üstünde yüzüyordur. Sıvı halinde… Merak uyandıran bir düşünce… Ama Güneş’ten 800 milyon kilometre uzaktayız. Europa mutlaka donmuş ve katı haldedir.

Eğer Jüpiter’in yer çekimi içeride sürtünme yaratıp, Europa’nın donmasını önlemiyor ve donmuş kabuğunun altındaki sularda hayatın gelişmesini sağlamıyorsa, uzaylılardan birkaç metre uzaklıkta olabiliriz. Mikroplar, kabuklular ve belki de sübyelerden oluşan bir ekosistemden… Bizi ve olası uzaylı hayatı ayıran tek şey, bu buz katmanı… Ama biz buzu delmek için bir uzay aracı gönderene kadar, Europa Güneş sisteminin en büyük gizemlerinden biri olarak kalacak…

O, hayal gücümüzü cezbedip rüyalarımıza girdi… Ve işte burada, gözümüzün önünde duruyor…

Saturn, Güneş Sistemi’nin tacının pırlantası…

Onu görmek, yaşadığımız her şeye değiyor… Saturn’un büyüleyici bir tarafı var. Dev bir gaz topu. Ve o kadar hafif ki, suyun üzerinde yüzebilir. Olağanüstü halkaları neredeyse Dünya’dan Ay’a kadar uzanıyor. Sadece birkaç yüz metre derinlikte. Bu, Cassini uydusu. Büyük bir ihtimalle Saturn’un kutupları etrafındaki auroraların yaratmış olduğu hayalet radyo emisyonlarını topluyor. Bu, gökyüzünün gerçek müziği… Ve Cassini bize bu halkaların büyük bir ihtimalle Saturn’un çekim gücüyle parçalanmış uydusundan geri kalanlar olduğunu söylüyor… Bütünsel yokoluştan doğan eşsiz bir güzellik…

Milyarlarca buz parçası, bazıları minik bir buz küpü bazılarıysa bir ev büyüklüğünde. Çarpışıp bölünüyor ve tekrar bir araya geliyorlar…

Güneş sistemimizin ilk zamanlardaki bir fotoğrafı gibi… Toz ve gazlar yeni oluşmuş güneşin yörüngesinde dönüyor. Ve yer çekimi, sihrini gerçekleştirerek yığınları birleştiriyor ve bunlar gibi kırıntılardan bizim gezegenimiz oluşuyor.

Burada sonsuza kadar kalıp Saturn’ün baştan çıkarıcı cazibesini seyredebiliriz. Ama kendimizi buradan ayırmak zorundayız. Daha gideceğimiz çok uzak yerler, öğreneceğimiz çok şey var…

Bu görünürdeki en büyük nesne… Kalın bulutlarla kaplı uydu Titan…

Burada atmosfer var gibi duruyor. Rüzgar… Yağmur… Ve hatta mevsimler var… Ve şu nehirlere, göllere, okyanuslara bakın… Şuana kadar gördüklerimiz arasında Dünya’ya en çok benzeyen yer. Belki de kendimizi Saturn’den uzaklaştırmamıza değmiştir…

Ama bu, su değil… Sıvı doğalgaz… Burada, Dünya’nın tüm gaz ve petrol rezervlerinden yüzlerce kat daha fazla doğal gaz olmalı. Bunu Dünya’ya götürebilsek, şehirlerimiz ve arabalarımız için binlerce sene güç kaynağı sağlayabilir. Veya belki de, bir gün burada bir koloni besleyebiliriz… Tabi Titan’da şuanda hayat olmadığını farz edersek…

Cassini’den Titan’ın yüzeyine indirilen uzay aracı Higgens’in görevi bunu bulmak. Bize toprakta organik maddeler olduğunu söylüyor… Ama hava çok soğuk. Eksi 180 derece. Bunların bir araya gelip hayat oluşturmaları imkansız… Tabi eğer, Titan ısınmazsa…

Güneş’in ısınacağı tahmin ediliyor. Bu olduğunda, belki de tıpkı milyarlarca sene önce Dünya’da olduğu gibi burada da hayat yeşerir. Dünya bizim için çok sıcak hale geldiğinde, belki de Titan’a taşınırız… Bir gün bu ücra yere yuvamız diyebiliriz…

Yuva… Şuanda en az bir milyar kilometre uzaktayız… Bu noktadan sonra Dünya, görüş alanımızdan çıkıyor… Bir uçurumun tepesinde, Güneş sistemimizin uzaklardaki gizemli köşelerine bakıyoruz. Eğer evreni anlamak ve köşesine ulaşmak istiyorsak, atlamamız gerekiyor… Evrenin Dünya’dan görünmeyen ve geçmişi bilinmeyen uzak bölgelerindeyiz…

Bu, okyanusun derinliklerine dalmak gibi bir şey…

Bu halkalar, sanki Uranüs başıboş bir gezegen tarafından ekseninde döndürülüp yan yatırılmış gibi… Buralar ürkütücü… Kendimizi şimdiden küçük ve yalnız hissediyoruz. Belki de evrenin sonunda ne olduğunu bulduğumuzda böyle hissedeceğiz. Ama daha sahilden yeni ayrıldık… Dünyayı bir bezelye boyutunda düşünün. 2 kilometreden daha az yol aldık…

Ama Güneş sisteminin köşesine ulaşmak için, 20 bin kilometre daha yol almamız gerekiyor…

Derinliklerden başka bir garip canavar çıkıyor…

Deniz tanrısı, Neptün…

Bu dev, metan gazıyla kaplı. Ve bakın… Hızı saatte 1500 kilometreye varan vahşi rüzgarlarla oluşmuş, Dünya büyüklüğünde bir fırtına. Dünya’da rüzgarı Güneş oluşturuyor. Ama Neptün çok uzakta… Bu şiddetli rüzgarları başka bir kuvvet yaratıyor olmalı… Ama bunu kimse bilmiyor…

Güneş sistemimiz çok büyük ve onun hakkında aslında ne kadar az şey bildiğimizi fark etmek, endişe verici…

Tutulacak bir şey bulmak için daha derinlere dalıyoruz…

Onca gaz toplarından sonra, katı bir uydu. Triton…

Katı, ama durağan değil. Garip bir is püskürten, şu gayzerlere, kozmik bacalara bakın. Ve bu uydu, Neptün’ün etrafında, gezegenin dönüşünün ters yönünde dönüyor. Kozmik bir azim savaşı… Ama bu kızgın uydu, sürekli kaybedecek… Neptün’ün devasa çekim gücü, Triton’u çekerek yavaşlatıyor ve sarsıyor. Bir gün, Neptün tarafından parçalanacak…

Ve hepsi bu kadar… Güneş sistemimizde görünecek başka uydu, başka gezegen yok…

Isı düşüyor…

Güneş’ten uzaklaşıyoruz…

Ve çekim gücünün uzantılarından çıkıyoruz…

Ama şunlara bakın, tamamen boşlukta… Donmuş kayalar ve buzul kürelerle dolu. Plüton gibi…

Yakın zamanlara kadar Plüton’un yalnız olduğunu, ötesinde bir şey olmadığını düşünüyorduk. Yanılmışız… Daha fazla donmuş Dünya var… Daha o kadar yeni keşifler ki, kimse onlara ne deneceği konusunda anlaşamıyor… İsmi ne olursa olsun, aynı şeye işaret ediyorlar. Güneş sistemimiz düşündüğümüz gibi düzenli bir model değil…

Evden 13 milyar kilometre uzaklıkta… Güneş’in yörüngesinde dönen, gördüğümüz en uzak şey… 2003 yılında keşfedilen ve Sedna adı verilen başka bir buzul dünya.

Yörüngede dönmesi 10 yıl sürüyor ve onu Güneş’ten 130 bin kilometre uzağa gönderiyor. Durun, burada başka bir şey daha var… Evden 16 milyar kilometre uzaklıkta uzay aracı Voyager 1. Eğer bu alümünyum ve anten yığını olmasaydı, dev gezegenlerin görüntüleri ve garip uyduları hakkında hiçbir fikrimiz olmazdı…

Bir mermiden 20 kat daha hızlı yol alıyor ve eve mesajlar gönderiyor…

Ve bakın, yanında altın bir panel var. Bir çeşit şişedeki mesaj gibi. Farklı dillerde kaydedilmiş bir selamlama mesajı var…

Ve Güneş sistemimizin yerini gösteren bir harita…

Peki eğer vahşi bir ormandaysanız, böyle bir davet akıllıca mı?

Herhangi biri, herhangi bir şey çağrımızı duyabilir ve yerimizi bulup kapımızı çalabilir… Dostça veya başka bir şekilde…

Bir buz dağları bulutu sonsuza kadar uzanıyor gibi… Daha önce gördüğümüz kuyruklu yıldıza benziyorlar. Belki de hayata burada, Güneş sisteminin bir atığı olarak başladı. Ta ki bir şey onu yerinden oynatana kadar… Geçen bir yıldız veya Neptün’ün yer çekimi onu Güneş’e doğru yönlendirdi. Tıpkı milyarlarca yıl önce Dünya’da hayat tohumlarını eken kuyruklu yıldızlar gibi. Ve tüm bu gördüğünüz bular, belki Dünya’ya su da taşıdı. Şaşırtıcı bir düşünce… Okyanuslardaki kahveniz hatta vücudunuzdaki su, uzaktaki bu gökyüzü buz makinesinden gelmiş olabilir…

Evden 8 trilyon kilometre uzaktayız… Ama aslında, bu bir bebek adımı… Ötemizde daha trilyonlarca kilometre, milyarlarca yıldız var. İşte bu, içeriye bakmayı bitirip dışarıya bakmanın zamanı geldi… Büyük evrene… Yıldızlar arası uzaya adım atmanın zamanı…

Yıldızlar arası uzay…

Güneş sistemimizin çok daha ötesinde. Ne muhteşem bir manzara… Bizim güneşimiz gibi milyarlarca yıldız. Çoğu, gezegenleri ve onların uydularıyla birlikte…

Ne yöne gideceğimizi bilmek zor… Her yönde, sonsuz olasılık var…

Ve hangi yöne olursa olsun, bir hayli hızlanmamız gerekiyor…

Evden 40 trilyon kilometre uzaklıktayız. Uzay aracıyla 150 bin sene sürecek bir yolculuk. Ve daha sadece bizimkinden bir sonraki Güneş sistemine ulaştık…

Alpha Centuri… Bir değil üç tane yıldız… Birbirlerinin etrafında belirli bir uzaklıkta kilitlenmiş şekilde dönüyorlar. Her bir yıldızın yer çekimi diğerini çekiyor ve çılgın bir yörünge hızı onları birbirinden ayrı tutuyor…

Aralarına girersek, bu yıldızlardan birinin yüzeyine fırlatılabiliriz… Buharlaşmış durumda, evden trilyonlarca kilometre uzaklıkta… O kadar uzak ki, kilometreler anlamsız olmaya başladı. Artık, ışık yıllarıyla konuşmamız gerekiyor…

Bir ışık huzmesinin 10 trilyon kilometre yol alması 1 sene sürüyor. O halde, 40 trilyon kilometre evden 4 ışık yılı uzaklık anlamına geliyor. Bu çılgın bir şey… Mesafeler öylesine büyük ki, kavramak neredeyse imkansız…

Ve heyecan verici… Kim bilir, ötemizde ne garip dünyalar var. Ve, eğer evrenin sonuna ulaşırsak, orada kim bilir neler keşfedeceğiz…

Dünya’dan 10 ışık yılı uzaklıkta, Epsilon Eridan yıldızı…

Olağanüstü toz ve buz halkaları. Ve oralarda bir yerlerde, atıklardan gezegenler gözlerimizin önünde doğuyor. Her yerde asteroidler ve kuyruklu yıldızlar var. Neredeyse kendi Güneş sistemimizin milyarlarca yıl önceki halini görüyor gibiyiz. Kuyruklu yıldızlar, bu genç gezegenlere organik moleküller ve su taşıyor… Aynı Dünya’da yapmış olabilecekleri gibi, hayatı başlatıyorlar…

Tüm bu canlılığın merkezinde, bizim Güneşimizden daha küçük bir yıldız, henüz bebeklik döneminde. Bu Güneş sisteminde olabilecek bir hayat en iyi ihtimalle ilkel olacaktır.

Dışarıda daha olgun gelişmiş Güneş sistemleri olmalı. Ama onları bulmak kozmik samanlıkta iğne aramaya benziyor. Dünya’dan 20 ışık yılı uzaklıkta. Gliese 581 yıldızı…

Bizim Güneşimizle yaklaşık aynı yaşta. Ve yörüngesinde dolaşan bu gezegen, Güneşten ideal uzaklıkta. Daha yakın olsa su buharlaşır, daha uzak olsa donardı…

Hayatın gelişmiş olması için ideal bir ortam…

Ve eğer su ve organik maddeler taşıyan kuyruklu yıldızlar da çarptıysa, orada hayat bizim gibi karmaşık varlıklar, hatta bizim gibi medeniyetler olabilir. Ve eğer varsa, bu uzaklıktan bile bizim televizyon sinyallerimizi alıp, şuanda 20 sene önceki programları seyrediyor olabilirler…

Ama gelecek nesiller, bu uzak mesafelerle iletişim kurmanın bir yöntemini bulana kadar, yapabileceğimiz tek şey tahminlerde bulunmak. Onlar ve biz, birbirimizin varlığından habersiz paralel hayatlar yaşarken, eğer hayat başlayıp bitmediyse…

Kuyruklu yıldızlarla ilgili sorun bu… Onlar hem yaratıcı, hem de yok ediciler. Dinozorların 65 milyon yıl önce zor yoldan öğrendiği gibi…

Bu, kozmik samanlıktaki iğne… Bizimki gibi yaşanır koşullara sahip bir Güneş sistemine en yakın yer. Ama bu, tesadüfi bir karşılaşma. Bunun gibi yüzlerce, milyonlarca Güneş sistemi olabilir… Veya, hiç olmayabilir…

Burası, uçsuz bucaksız. Ama bakın, Belorofon gezegeni…

Kendi Güneşine öyle yakın ki, keşfedilmiş olması bir mucize… Sorun Dünya’dan bu kadar uzaklıktaki gezegenleri göremiyor olmamız. Komşu yıldızların parlaklığında saklanıyorlar… Ama gezegenlerin yıldızları üzerinde küçük bir yer çekimi etkileri var. Bu minik hareketleri trilyonlarca kilometre öteden ölçebildiğimizde onların var olduklarını kanıtlayabiliriz.

Belorofonuda 1990larda bu şekilde bulduk. Ve uzaktaki yüzlerce gezegenin keşfi için kapılar açıldı…

Dünya’dan 65 ışık yılı uzaklıkta…

Bu parlak yıldıza bağlanırsanız, Hitler’in Berlin olimpiyatlarındaki televizyon yayınının sinyallerini alabilirsiniz…

İkiz yıldızlar… Algo… Şeytani yıldız…

Antik çağlardan beri, kötü davranışlarından korkuluyor. Dünya’dan bir yıldız, diğerinin önünden geçerken ışıldıyor gibi görünüyor. Yakından daha da garip… Yıldızlardan biri diğerinin çekim alanına genişlemiş ve ona doğru eviriyor…

Dünya’dan neredeyse 100 ışık yılı uzaklıkta. Dinleyin, ilk radyo yayınlarından biri… Sadece soluk bir fısıltı… Ve sonra sessizlik… Buradan sonra, Dünya hiç var olmamış gibi… Buranın ötesinde yaşayan uzaylıların, bizim orada olduğumuzdan hiç haberleri olmayacak… O plajda durup gökyüzüne bakarak tüm bunların neresinde durduğumuzu düşünmemizin üzerinden bir ömür geçmiş gibi…

Gördüğümüz harikaları sadece bize kendi dünyamız ile ilgili söyledikleri şeyler için değil, aynı zamanda tüm evren geçmiş ve gelecek hakkında bize söyleyebilecekleri şeyler için değerlendirmemizin zamanı geldi…

Galaksimiz Samanyolu’nun derinliklerinde… Devasa bir gökyüzü kütüphanesi… Her yıldız, kendi hikayesini anlatan bir kitap… Hepsi burada, kapaklarını açmamızı bekliyorlar… Yedi kız kardeş… Antik Yunan tanrısı Atlas’ın kızları… Omuzlarında cenneti taşıyan babalarını rahatlatmak için birer yıldıza dönüşmüşler…

Ve bu dev… Bettlegeuse… Şimdiye kadar gördüğümüz en büyük, en parlak yıldız. Bizim Güneşimizden en az 600 kat daha büyük olmalı…

Ama bu, bir yıldız değil. Bir gezegen de değil… Daha önce gördüğümüz hiçbir şeye benzemiyor.  Dünya’dan 1300 ışık yılı uzaklıkta bir hayalet. Karanlık Orion bulutu…

Toz ve gaz öyle yoğun ki, bizi örtüyor ve dışarıdaki evrenle ilişkimizi kesiyor… Orada, derinliklerde bir ışık topu toz ve gazı kendine çekiyor. Isınıyor… Yanan sıcak bir gaz topuna dönüşüyor. Bir yıldız gibi Güneşimiz gibi ama minyatürü… İçi milyonlarca derece sıcaklıkta bu yüzden nükleer reaksiyonları tetiklemeye başlıyor. Bizim Güneşimizin parlamasını sağlayanlar gibi. Enerji, radyasyon ve ışık üretiyor. Bir yıldız doğuruyor… Yada yıldızlar…

Karanlık Orion bulutu bir yıldız fabrikası. Gelecekteki evrenin doğuşuna tanık oluyoruz. Buraya düşmanlık ve dehşet beklentisiyle geldik ama evrenin en büyük yaratıcı harikalarından birini keşfediyoruz. Bir yıldızın doğuşunu…

Belki de çok erken konuştuk. Gaz fışkırmaları saatte 200 bin kilometre hızla dışarıya doğru patlıyor. Milyonlarca kilometreye toz ve gaz püskürtüyor. Akıl almaz şekilde şiddetli… Ama sonuçlarına bakın… Kelimelerin ötesinde… Nebula… Parlayan büyük bulutsu topluluğu. Uzayda asılı duruyor. Burada, rüzgar olmayan yerde dağılmaları binlerce yıl sürecek…

Bir yıldız heykeli oluşturuyor gibiler. Doğanın bir bilim adamından, bir mühendisten daha fazlası olduğunu kavramanızı sağlıyor. O, en büyük ölçekte bir sanatçı…

Çok garip görüntülere rastladık, ama bu bir başyapıt. Uzayda şahlanan devasa bir at başı.

Yıldızlar doğuyor, büyüyor ve sonra, sonra ne oluyor? Ölüyorlar mı? Sessizce karanlığa mı karışıyorlar? Yoksa bir patlamayla mı gidiyorlar? İşte bunun cevabı, bu noktayla evrenin sonu arasında bir yerlerde saklı. Yaklaşık 4000 ışık yılı uzaklıkta, parlak bulutlar, uzayda bir zamanlar bizim güneşimiz gibi olan bir yıldızı çevreliyor. Ondan tek geriye kalan, bu parlak renkli gazlar. Yıldızın içindeki nükleer füzyonda oluşan maddeler, ölümünde uzaya salınıyor…

Yeşil ve mor. Hidrojen ve helyum. Evrenin ham maddeleri… Kırmızı ve mavi. Nitrojen ve oksijen. Dünya’daki hayatın yapı taşları… Bizim yaşayabilmemiz için bunun gibi yıldızların ölmeleri gerekiyor. Ciğerlerimizdeki oksijen, DNAmızdaki nitrojen, Dünya daha doğmadan çok önce ölen yıldızlarda nükleer füzyonla üredi. Bizler, yıldızların nükleer atıklarından oluşuyoruz… Soy ağacımız burada başlıyor…


Kalbinde bir yıldız hayaleti var. Bir beyaz cüce! Beyaz, sıcak, küçük ama inanılmaz derecede yoğun. Yıldız ölürken atomları eriyerek kaynaşıyor ve öyle bir yoğunluğa ulaşıyor ki bu beyaz cücenin bir çay kaşığı dolusu 1 ton ağırlığında geliyor…

Bu, bizim Güneş’imizin kaderinin ürpertici bir göstergesi. Bundan 6 milyar yıl sonra bir beyaz cüce haline gelecek. Onun ölümü aynı zamanda Dünya’daki yaşamın sonunun da habercisi. Bu, böyle kaç tane başka Dünya’nın var olup gittiğini, anlatılmamış hikayeleri ve sonsuza kadar kaybolmuş kitapları düşündürüyor…

Ama en büyük hikaye henüz anlatılmamış olan…

Evrenin nasıl başladığını anlatmak için zamanda geriye, ilk bölüme gitmemiz gerek. Ölü bir yıldızın dağılmış kalıntıları… Bir nebula, yengeç nebulası. Evden 6 bin ışık yılı uzaklıkta bir yıldız mezarlığındayız. Çok şey öğrendik, mümkün olduğuna inanmadığımız şeyler gördük… Bir zamanlar hayal gücümüzle var olan böyle görüntüler şimdi karşımızda duruyor…

Önümüzde var olan ile yüzleşmeye hazırız, evrenin sonuna ulaşmaya kararlıyız…

Ölü gibi duruyor ama belki de fırtınanın ardından gelen sessizliktir… Dev bir yıldızı bir toz ve gaz bulutuna, bir supernovaya çevirecek kadar kuvvetli büyük bir patlamanın ardında. Fırtınanın gözü, dönen, titreşen bir yıldız, bir pulsar…

Yer çekimi dev yıldızın çekirdeğini bu boyutlara sıkıştırmış olmalı. Sadece 20 km boyunda, inanılmaz bir yoğunlukta. Bunun bir iğne başı kadar kısmı belki de milyonlarca ton…

İki tane ışık, enerji ve radyasyon huzmesi saniyede 30 kez dönüyor, dev toz ve gaz bulutunu güçlendiriyor. Burada çok fazla radyasyon var. Güneş’te olduğundan bile fazla.

Bu kesinlikle şimdiye kadar gördüğümüz en ölümcül şeydi…

Ve bu, önceleri bizi dehşete düşürebilirdi ama şimdi anlıyoruz ki tehlikeler olmadan harikalar olmazdı. Kabuslar olmadan da hayaller…

Garip bir şey hissediyoruz… Sanki burada kötü bir varlık mevcut gibi… Karşılaşmak istemediğimiz tek şey… İnanılmaz derecede siyah… Arkasındaki yıldızları karartıyor…

Yok oluşun yüzüne bakıyoruz… Dev bir yıldızın kalıntıları, bir karadelik…

Bir beyaz cüceye veya pulsara büzüşmek yerine çekmeye devam ediyor ve o kadar küçülüyor ki çok yakınından geçerseniz dönüşüyor. Artık bunun niye bir karadelik olduğunu biliyoruz. Çekim gücü öyle kuvvetli ki ışık bile ondan kaçamıyor…

Bu asteroid katı bir kaya yığını. Ama esneyerek açılan deliğe doğru sürükleniyor. İçeride bildiğimiz anlamda madde yok, zaman ve mekan yok. Orada tüm fizik kanunları çöküyor…

Asteroid gitti… Gerçek o ki nereye olduğunu kimse bilmiyor. İnsan anlayışının sınırlarındayız. Galaksimizde dolaşan milyonlarca kara delik olabilir. Belki gökyüzündeki yıldızlardan çok daha fazla. Ama onları ancak artık çok geç olduğunda görebiliriz… Tıpkı dönerek delikte kaybolan bu yıldız gibi…

Kim büyük bir kara deliğin içinde yaşamadığımızı söyleyebilir ki? Evrenin başka bir evrenin kara deliği içinde olmadığını? Çok fazla düşününce kafanız karışmaya başlıyor. Bazı şeyleri gördükçe onlar hakkında ne kadar az şey bildiğimizi fark ediyoruz. Ama galaksimizin hayal ettiğimizden daha karmaşık ve tehlikeli olduğunu biliyoruz. Ve hala… Kendi galaksimiz Samanyolu’ndan çıkmış değiliz…

Samanyolu’nun ötesindeki uçsuz bucaksız evren hala bizi bekliyor… Harikalar, sırlar, tehlikeler, hepsi orada… Ama ilk önce Samanyolu’ndan çıkmanın bir yolunu bulmamız lazım…

Evden 7 bin ışık yılı uzaktayız ve hala kendi galaksimizin derinliklerindeyiz. Sanki ağaçlarla dolu bir ormandayız ve her biri o kadar güzel ve o kadar etkileyici ki ötesine bakmak ve büyük resmi görmek imkansız… Bir yolunu bulup galaksimizin sınırlarını aşmak gerek. Galaksinin ve kendimizin kökenlerini ancak o zaman anlayabiliriz…

Ne var ki böyle görüntüler ile karşılaşınca ayrılmak pek de kolay olmuyor. Tuz kulelerinin üzerini kapladığı devasa ve parlak bir bulut. Yaradılışın sütunları…

Galaksinin uzaklarına açılan bir geçit gibi. Her iki sütunda minik çıkıntılar var. Güneş sistemimiz ile aynı büyüklükteki yıldız sistemleri… Doğanın hayret verici yaratıcılığını gözler önüne seren bir başka an… Evrenin sonuna gitmek için kendimizi onun büyüleyici güzelliğinden ve şarkılarından koparmak zorundayız…

Samanyolunun göz kamaştıran güzelliği gözlerimizi kör ettiğinden galaksinin korkunçluğunu göremeyerek kozmik bir mayın tarlasına doğru yol aldık. Dev gaz bulutları yavaş çekim bir patlama gibi bu yıldızın dışına yayılıyor. Güneşimizden milyonlarca kat daha parlak devasa bir yıldız… Erimek üzere… Yıldızı ayakta tutan yakıt bitiyor ve gücünü aldığı nükleer reaksiyonlar yavaşlıyor. Onun ölüm sancılarını izliyoruz… Sonunda çekildiği içeri doğru patlayacak ve sonuç yeni bir kara delik…

Daha büyük ve tehlikeli derecede kararsız bir yıldız. Ancak bu yıldız patlamak üzere. Ve bu boyutlardaki bir yıldızın ölümü bir süpernovanın ölümünden yüzlerce kat daha şiddetli olur… Nasıl olduysa hayal edilebilecek en şiddetli yıldızın ölümüyle karşı karşıya kaldık. Bir hipernova…

Çekirdek çöktü… Bir kara deliğe dönüşüyor… Ve ardından bir şok dalgası… Yıldızdan yayılıyor ve dış katmanlarını parçalayarak uzayın derinliklerine fırlatıyor. Her yer öldürücü radyasyonla dolu… Yakınlarda olacak kadar şanssız her gezegende büyük felakete neden olabilecek miktarda… 450 milyon yıl önce Dünyadaki tüm türlerin yok olmasının sorumlusu bunlardan biri olabilir… Ölümcül hipernovalar, donmuş kuyruklu yıldızlar, kavrulmuş gezegenler, beyaz cüceler, kızıl devler ve Dünya… Geniş bir beyaz ışık havuzu olan galaksimiz Samanyolundaki minik damlalar…

Tam olarak nerede olduğumuzu öğrenmek istemiştik, işte cevabı…

Geçmişteki ve gelecekteki uygarlıklar, bu güne dek yaşamış olan herkes, en küçük böcekten en yüksek dağa kadar her şey, görünmez, ufacık bir zerre kadar bile değil…

Yuvamız, önemsiz bir yıldızın etrafında dönen küçük bir gezegenden ibaret. Eğer Dünya şu anda yok olsaydı, hiç kimse ya da hiçbir şey bunun farkına bile varmazdı… Buna rağmen şimdiye kadar yaşamak isteyeceğimiz ya da yaşayabileceğimiz başka bir yer bulamadık… Ve şimdi Dünya’dan çok uzaklarda, onun değerini yeni yeni anlamaya başladık.

Şu yıldızlara bakar mısınız? Yüz binlerce…

Birinin belki de daha fazlasının yaşamı destekleyebileceğine şüphe yok…

Belki de bu yıldız kümesinde, büyük kümede, 70’li yıllarda astronomlar bu yöne doğru DNA’mızın yapısını ve Güneş sistemimizin yerini ayrıntılarıyla anlatan bir mesaj yolladılar. Ancak bu mesajın hedefine ulaşması en az 25 bin yıl sürecek… Henüz uzayda yaşayan başka canlılar bulamadık. Ancak oralarda bir yerlerde olmadıklarına inanmamız için bir sebep de yok. Diğer gelişmiş uygarlıkların sayısını tahmin etmek için tasarlanmış bir denklem var. Hesaplandığında çıkan sonuç şoke edici. Sadece bizim galaksimizde bile milyonlarca uygarlık olabilir…

Şu ana dek gördüğümüz her şey samanyolunun içinde. Ama şimdi, diğer galaksileri gözlemek, büyük resmi görmek ve belki de en önemli soruyu cevaplama şansına sahibiz. Bütün bunlar nereden geliyor? Artık Güneş sistemimizi ve galaksimizi terk etmeye, galaksiler arası uzaya girmeye hazırız…

Samanyolu’nun ötesine, galaksilerin arasındaki geniş boşluğa, tüm zorluklara rağmen galaksiler arası uzaya ulaşmayı başardık…

Görünürde ufuk yok. En yakın galaksiler bile milyonlarca ışık yılı uzakta. Samanyolu’nun devasa yer çekiminin parçaladığı galaksilerin boşluğa yayılmış kalıntıları. Evrenin kusursuz bir boşluk olmaya en fazla yaklaştığı yer burası. Ancak burası bile tam olarak boş değil… Küçük gaz tutamları ve ince toz kalıntıları var. Ve bir şey daha, karanlık madde… O kadar gizemli ki onu göremiyoruz, onu tadamıyoruz, onu ölçemiyoruz ve ona dokunamıyoruz. Bunar rağmen evrendeki maddelerin yüzde doksanını oluşturacak kadar yaygın…

Eğer karanlık madde gerçekten varsa, bu boş alan diye bir şey olmadığı anlamına gelir. Burada bile etrafımız maddelerle çevrili. Karanlık maddenin var olduğunu, galaksilere uyguladığı tuhaf tutuştan algılıyoruz. Aynı bunun gibi, büyük macellan bulutu…

Günümüzün en hızlı uzay aracı ile 6 milyar yıl sürecek bir yolculuk. Samanyolundan 160 bin ışık yılı uzaklıkta, yer çekiminin uzandığı yerin sınırında. Bu galaksi uzayın içine doğru dönüyor olmalı ama onu tutan bir şey var… Görünmez ve kuvvetli bir şey, karanlık madde…

Yıldızlar, yıldız kümeleri, nebulalar. Astronomi açısından geniş ve zengin bir kaynak. Şuna bir baksanıza, parıldayan incilerin dizildiği bir ip gibi. Büyük bir patlamadan bir süpernovadan yayılan bir ateş topu. O kadar parlak ki, patlamadan yayılan ışık 1987 yılında Dünya’ya ulaştığında, çıplak gözle görülebiliyordu. Ve o kadar şiddetli ki, bir dizi nükleer reaksiyonu tetikleyerek atomları sıkıştırdı ve altın, gümüş ve platin gibi yeni elementler yaratarak onları uzaya fırlattı…

Şuanda parmağınızdaki yüzüğün yapıldığı altın, bunun gibi büyük bir süpernovada trilyonlarca kilometre uzakta ve milyarlarca yıl önce oluştu. Evimizden ayrılmadan önce evrenin bizden ayrı bir şey olduğunu sanıyorduk. Oradaki, gök yüzündeki bir şey. Ama yanıldık… Evrenin hikayesi aslında her birimizin hikayesi…

Boşluğun içinde tehlikeden tehlikeye atılırken bunu hatırlamak önemli. Uzağa ve daha uzağa…

Hızlı ve daha hızlı…

İki buçuk milyon ışık yılı uzaktaki Andromeda galaksisi. Uzayda neredeyse saatte bir milyon kilometreye varan bir hızla hareket ediyor. Uzayın içinde her şey birbirinden uzaklaşıyor. Bir patlamanın saçtığı şarapneller gibi…

Bu galaksinin maymuna benzeyen atalarımızın Afrika ovalarında ilk yürüdükleri zamandaki halini görüyoruz.

Uzayın daha da ötelerine giderken, zamanda da o kadar geriye gidiyoruz. Bu doğru bir şey gibi görünmüyor. Patlayan bir galaksi. Bu ölçekte bir patlama yaratabilecek kadar büyük olan tek şey bir başka galaksidir. Dünya’nın sonu gibi görünüyor. Ancak biz işlerin hiçbir zaman o kadar basit olmadığını biliyoruz. Bu galaksi ölmeyecek, yeniden doğacak. Yeni bir şekil, hatta belki de yeni yıldızlar. Toz ve gazların çarpışmasından meydana gelen sürtünme yeni yıldızların doğuşunu tetikleyen şok dalgaları yaratıyor.

Bu kaosun içinde bir düzen var. Sınırsız çeşitliliğin arkasındaki doku. Sonsuz bir doğum ve ölüm, yaradılış ve yok oluş döngüsü…

Bütün galaksileri birbirine bağlayan uzayın uçsuz bucaksız yapısına dokunmuş bir düzen. Evrende milyarlarca galaksi var ve bu galaksilerin her birinde de milyarlarca hatta trilyonlarca yıldız var. Muhtemelen Dünya’daki bütün sahillerdeki kum tanelerinden bile daha fazla. Ve bunların hepsi sadece şu anda var olan yıldızlar. Peki ya yaşamış ve ölmüş olanlar? Doğmakta olan ve henüz doğmamış olan yıldızlar? Sonunda büyük resmi görmeye başladık. Ve bu resim hayal ettiğimizden bile daha büyük. Bu galaksi, sarmal galaksi Dünya’nın o kadar uzağında ki eğer şu anda eve bir mesaj yollasak, mesajın Dünya’ya ulaşması tam 27 milyon yıl sürecek. Kim bilir gezegenimiz ya da türümüz o zaman hala hayatta olacak mı? Büyük olasılıkla olmayacak…

Geçmişe doğru yolculuğumuza devam ediyoruz. Dinozorların yeryüzünden silindiği zamanı geçtik. İlk yaratıkların karaya tırmandıkları anı da geçtik. Evden iki milyar ışık yılı uzaktayız. Evrenin sınırlarına, zamanın başlangıcına gidiyoruz. Bu bir galaksi değil, yan yana konmuş yüzlerce galaksiden daha parlak. Trilyonlarca kilometreye uzanan kör edici bir enerji huzmesi.

Bu kadar büyük ve bu kadar parlak bir şey inanılmaz bir güce sahip olmalı. Tecrübelerimiz burada gücün tehlikeyle bir olduğunu söylüyor. Bir kuasara benziyor. Yani evrendeki en ölümcül şeye. Eğer öyleyse, yolculuğumuzun sonuna gelmiş olabiliriz. Sonumuz gözle görülecek kadar yakın olabilir…

Evrendeki en ölümcül, en kuvvetli şey, Kuasar. Aşırı sıcak gazların oluşturduğu girdap gibi dönen bir kazan. Yüzlerce galaksiden daha parlak. Bu inanılmaz kuvvetin kaynağı canavarın kalbinin derinliklerinde yatıyor. Karanlık bir kalp. Milyarlarca Güneş ağırlığındaki devasa bir kara delik…

Yıldızları paramparça ediyor, gazlarını kuasara çekerek yutuyor. Yıldızlar tamamen yok olana, görünür evrenden sonsuza dek kaybolana dek.

Evrende karşımıza çıkabilecek en kötü şeyleri gördük. Evrenin yarattığı en kuvvetli ve en yıkıcı güçleri. Şimdiyse, evrenin sınırındayız. Oraya ulaşmamıza çok az kaldı…

Bilinen evrenin son sınırlarını aşmak istiyorsak, daha ileri ve daha hızlı gitmemiz gerek…

Evden 8 milyar yıl ötede, başka galaksiler. Ama bunlar daha farklı görünüyor, dağınık, küçük, birbirlerine daha yakın. Zamanda o kadar geriye gittik ki artık galaksilerin Dünya’nın doğumundan önceki hallerini görüyoruz. Hala gençler. Ve hala gelişiyorlar…

Her şey nerede ve nasıl başladığı sorusunun cevabına giderek yaklaşıyoruz. 12 milyar yıl önce, galaksilere bir de şimdi bakın… Uçsuz bucaksız, karanlık bir okyanusta yüzen ilkel planktonlara benziyorlar…

Büyüleyici bir yer…

Dans eden, şekiller oluşturan ve birleşerek embriyonik galaksiler meydana getiren toz ve gaz bulutları. Bizim galaksimiz de böyle doğdu… Yok oluyorlar… Yıldızların doğumundan önceki bir zamana döndük… Kozmik bir karanlık çağ… Ve ondan önce ışık… Devasa bir patlamanın yaydığı parlaklık. Bugün bildiğimiz evreni yaratan patlama…

Neredeyse geldik…

İşte burası. Başardık. Evrenin sınırı…

Evden 130 milyar trilyon kilometre uzakta. 13 buçuk milyar yıl önce. Büyük patlamanın olduğu an. Tarihteki en şiddetli ve en yaratıcı an. Bugüne dek olan her şey bu anın sonucu. Bu patlama üzerine kafa yormayan din ya da kültür yoktur. Ancak bu yaradılış hareketini neyin ateşlediğini ya da niçin ateşlediğini hala bilmiyoruz… Burası yolculuğumuzun bittiği ve evrenin başladığı yer.

Sonsuz sıcaklıkta, küçüklükte ve yoğunluktaki bir nokta patlıyor… Ve uzayı, zamanı, maddeyi ve evrenimizin kendisini yaratıyor… İlk önce atomdan küçük bir parçacık boyutunda, saniyenin minicik bir kısmının ardından avucunuzda tutabileceğiniz büyüklükte. Bir süre sonra, Dünya boyutunda. Büyük patlamanın ışıkları bugün hala yayılmaya devam ediyor…

Aynı bir radyo paraziti gibi…

Televizyon anteniniz bunu yakalıyor. Onları kanallara ayarlanmamış bir televizyondaki parazitler olarak görebilirsiniz.

Basınç dalgasıyla zamanda ilerlemeye devam ediyoruz…

Yolculuğumuz boyunca gördüğümüz her şey, büyük patlamadan yayılan zerreler. Galaksiler, yıldızlar, gezegenler. Hepsi enkaz parçalarından ibaret.

Galaksimize geri dönüyoruz…

Güneş sistemimize. Ta ki büyük patlamanın yaydığı ışıkta dönen ve soğuyan o kor parçasına ulaşana kadar…

Dünya…

Uzak gelecekte torunlarımızın uzay ve zamanda kestirme bir yol bulmaları mümkün olabilir. Bir solucan deliği…

Eğer başka evrenler varsa, solucan deliği torunlarımızı ölmeye mahkum evrenimizden alarak hala genç olan başka bir Dünya bulabilecekleri bir paralel evrene götürebilir…

Eğer yeterince şanslılarsa, yeni bir evrende yeni bir yuvada yaşamaya devam edebilirler…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir